21 Aralık 2010 Salı

“İDARE KANUNU”


“İDARE KANUNU”

            Yıl 1972...
            Günlerden Eylül ortaları…
            Ağrı-Tutak-Damlakaya (Meter) Köyü’ndeyiz!
Henüz 17. yaşımızın içinde, çiçeği burnunda birer öğretmen...
Öğretmenliğimizin ilk yılı ve ilk günleri…
Köy’e Okul henüz yapılmış sayılırdı.
Bizler de o Okul’un ya 2, ya da 3. dönem yeni öğretmeleri… 
Doğrusu ortaya koymaya çalışıyorduk elimizden gelen her hüneri.
İki öğretmeniz ama öğrenci sayımız bir hayli kabarık!
80-90 civarında yani…
İyi de bunların hepsi erkek!
Getirtemiyoruz Okul’a, kaydı yapılmış kız öğrencileri.
Üstelik de kayıt yapamıyoruz adeta…!

Eh…! Bıçkın gibiyiz o yıllarda…
Söker mi hiç, kız velilerinin rica ve minnetleri?
Daha da ileri gidip, direnmeleri…?
İllâ da getirteceğiz kız öğrencileri…
Ve, ne gerekiyorsa yapıyoruz…!
Haklarını yemeyelim: hoşlanmasa da Köylüler, bizim bu mücadelemize karşı oldukça saygılılar!
Fakat her ne hikmetse birçoğu, kızların okula devamından yana bir hayli kaygılılar…
Bu konumuza başlık edindiğimiz “İdare Kanunu” tabirini, Orada ve o ortamda duydum ilk kez.
Ve bizim Meterliler’in tanımlamasına göre…
Özellikle ben; “Henüz pek bir cahildim!”
Tecrübesiz yani… Hayatın tecrübesizi…
Bu tanımlamayı, çoktandır kabul ediyorum zaten.
Gerçekten de öyleydim… Hatta hâlâ da öyle…

Bir gün, mekânı cennet olası;
Abdülhadi Amca çıkıp geldi yanıma!
Aldı beni karşısına…
“Hocem,” dedi;
“Sakın bana alınma…!
“Keskin sirke, kendi küpüne zarar verir.” unutma!
Kanunları ve nizamları harfiyen uygulamak yanlıştır gerçek hayatta!
Hem sen hiç duymadın mı…?
En başta ki kanunun adını…!?
Ona “İdare Kanunu” derler;
İyi belle bu kanunun adını…
Biraz da O’na, yani “İdare Kanunu’na” uy ki;
Kaçırma ağzının tadını…

Bu işler idaresiz olmaz…
Birbirimizi idare etmezsek, hiç olmaz…!
En başta gelen kanun, “İdare Kanunu’dur!”
Bilesin ki evvela o Kanun uygulanır!
Vallahi, istiyorsan biraz da sen uy o kanuna!
Dediklerimi dinle ve uy!
Doğrusu uyarsan iyi olur!....”

Anladım ki köylüler kendisini,
Elçi göndermişler kendini bana! 
            Eh, elbet Abdülhadi Amca hepten haksız da değildi hani...
            Evet! Hayatta “İdare Kanunu’na” uymanın gerekli olduğu haller pek çoktur!
Yine de her yerde ve her şeyde; “İdare Kanunu” uygulanmaz, elbette!
Ancak bu hususun takdirini, sizlere bırakıyorum yine de…
Ve konuyla bağlantılı, bir başka hususla, başka bir olayın anlatımına geçiyorum artık izninizle…

                        ****************

            Bundan önce de hakkında bahsettiğim “Sofu Emmi’m bir gün, kendi tarlasına “odun kesip getirmeye” gider.
            Eh, ihtiyacı kadar…
            Zaten orman içi köydür, Köy’ümüz...
            Ve ağacın değerini, gayet iyi bilir herkes!
Onu kendi canından, kendi malında da iyi korur.
            Hatta devletten bile…

            Olayın sonrası mı?
            Evvela toparlayalım konunun solunu, sağını…:
Emmi’m askerde jandarma idi!
Onca bağırıklılığına rağmen, “İdare Kanunu’nun” uygulamasını gayet iyi bilirdi!
Büyüğü, küçüğü de tanırdı…
Yaşa ve yaşlıya hürmet eder; küçüklerini korurdu.
Herkesin iyiliğini isterdi…
Zarar verici işlerin de yerlerin de kurcalanmasından hoşlanmazdı.

Öyle ya;
“Konuşunca doğru konuşmalı; ancak her doğru konuşulmaz!”
“Yapınca doğru iş yapmalı; lakin her doğru iş illâ da yapılmaz!”
“Yanlış olur; her yerde ve çarka çomak olunmaz!”
“Gerçekten yana olmalı ama her gerçek de ortaya dökülmez!
Özellikle de “ortaya dökülecek olan gerçek” herkese zarar verecekse…

            *****************

Lafı dolaştırmayalım; sadede gelelim:
Sofu Emmi’m kesmiş olduğu, sözüm ona bir “merkep” yükü odunla eve dönmektedir akşamüzeri.
Bir de ne görsün yolda?
Köy’e jandarmalar gelmiş; geleni geçeni yoklamada…
Her biri “kraldan kralcı” da…
Durmuşlar çiftçilerle oduncuların yoluna…
Nacak, tahra, balta falan aramada…!
Emmi’m sakin sakin varınca oraya….
Başlamışlar O’nu da, “eşeğindekileri” de aramaya...!

Dedik ya; Emmi’m sakin ve rahat…!
Eh, yaşı da kemal zaten!
Üstelik de içten, samimi ve dürüst bir adam…
Emmi’m Jandarmalardan “İdare”, “anlayış, yaşa saygı, kendine güven duyulmasını” falan beklemede…

Öyle ya; burası bir dağ başı…
Kurdu var, kuşu var…!
Hırlısı var hırsızı var.
İşte detay ararsan…?!
Serde garibanlık var!

Jandarmalar; balta, tahra, falan derken…
Uzanmışlar Emmi’min heybesine…
Onlar bilmese de Emmi’m biliyor işi…
Kestiriyor gidişi…!
Zarar var orada…
Derhal atılır önlerine…!
“Her şey tamam amma…”
“Heybeye bakmak yok!” der!
Ama dinlemez jandarmalar…!
Daha da heveslenirler, bakmak için heybeye…!

Hepsi de “cahal” çıkmış, anlayacağınız bencileyin! “İdaresiz ve de hürmetsiz…!?”
Derhal bakmışlar heybeye…
Bir de ne görsünler…?
A a…! O da ne…?!
Beylik bir tabanca…!

Bizim köylerde, O yıllarda tabanca,
Erkeklerin vazgeçilmez bir süsü idi.
Bellerinin üstünde yegâne gösterişi idi…
Emmi’mde tabanca bulunması ise,
Çok şaşılacak bir şey idi…
Eh, olan olmuş, gereken yapılmış…
Her ne idi ise cezası da çekilmiş…
Ancak: o gün bu gündür bu olay, köyümüz ve çevresine yeni bir deyim kazandırmış:
“Heybeye bakmak yok amma…!”
Bu deyim;
“Zarar gelecek yerlerin kurcalanmamasını dilemek”…
“Oraları kurcalamamanın gereği…”
“Ve bu durumun elan gerekli bulunuyor olduğu ile  benzeri durumları anlatabilmek” anlamlarında kullanılır durulur…!  Sofu Emmi’de rahmetlerle anılır…
           
Eh…! “Olur olmaz zamanlarda, heybelere sizler de bakmayın!”
“Heybeleri kurcalamaya da…”
‘Kurcalatmaya da meraklı olmayın!”  isterseniz Efendim!     
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder