21 Aralık 2010 Salı

AÇAKLAMA:

 
            Bu kitapta yer alan makaleler "Torbalı Manşet" adlı gazetedeki "Halk ve Hak İçin Özgür KÜRSÜ" adlı köşemde yayınlanmıştır.
            Saygıyla takdirlerinize sunuyorum burada.

HOŞ GELDİNİZ AMİRİM!


HOŞ GELDİNİZ AMİRİM!

            Ne kadar da şanslıyız…!
            Biliyorsunuz öyle ya…
İlçemize yani bir Müdür geldi yakın zaman önce.
            Emniyetimizin Müdürü; Amiri yani…
            Yüreği sağlam, bileği sağlam, sevdası, emeği sağlam!
            Duygu ve akıl dolu bir adam…
Allah bahtını açık, kedisini evvela ülkemize, sonra Torbalı’mıza daha faydalı kısın İnşallah!  Nitekim kılar da…
Çünkü sever Rabbim ihlaslı, yani içten, samimi ve dürüst insanları!
           
            Kendileri Güneydoğu’dan gelmişler…
            Nice nice günler görmüşler…!
            Her şeyin farkına varmışlar!
Onca yaşamsal stres, olay ve olgunun altında, sadece insanlılıklarını geliştirip, insanları ve insanlıkları kazanmışlar!
“Bir evin bir oğlunun”,
Nice “fakir fukara” evladının,
Bu memleketin asıl sahibinin nasıl harcandığını görmüşler…!
Acısını ta, yüreklerinde duymuşlar!
Görmüşler, bilmişler, duymuşlar ve duyarlı olmuşlar!

Hoş geldiniz Sayın Amirim; hoş geldiniz!
İlçemiz sizi bekliyordu; hoş geldiniz!

Masasının üzerinde…
Gözlerinin önünde iki resim…
Her ikisiyle de göz göze, yüz yüzeler…
Silah arkadaşları onlar!
Şehitlerimiz…!
Kendisi de bize emanet kalan bir gazimiz…
Ancak O kendini, evvela Allah’ın, sonra Milletimizin, Nihayet iki dost şehidinin, şehidimizin nazarlarına terk etmiş.
Onların bakışından alır haberi…!
Ve diyor ki;
“Kan vedir; Can verdik…!
Bilir misin sen O İz’leri…!
Nasıl ektik toprağımıza O Öz’leri…?
Yanlış yaparsam, buğulanır Onların gözleri…
Hakka sahip çıkarsam, neşelenir yüzleri…
Vatan yolundan asla dönmem;
Hatırımdadır sözleri…!
Biliyoruz biz…
O sahtekâr, düzenbaz işbirlikçileri…
Bildik; kimdir bu milletin eri, askeri…
Bu milletin kanını emenleri…
Yiyip, yiyip doymayan yiyicileri…
Ve o nankör, paçavra bezleri…!
Yola çıktık biz;
Dönmeyiz bu milletin hizmetinden geri…!
Yaktık hainlerle aramızdaki gemileri…
Feda ettik camızı,
Sevdik bu ülkedeki her neferi…
Şehit olabilirdiysek de, artık  gazi oluruz…!
Ülkemizi seviyoruz;
Umarım, bu yoldan giderek doğruyu buluruz…
İnşallah çürümeyen insanlardan oluruz!”…

Evet amirim;
İnşallah çürümeyen insanlardan, milletlerden ve ülkelerden oluruz…!
Ve de oluruz…
Bu ülkede dürüst adamlar da var çünkü…
Ve hâlâ çok çünkü…!

            ************************
Bu arada övüneceğin başka şeyleri de paylaşmak isterim sizlerle:
Bilirim; o başına geldiğiniz camia da onur kaynağımızdır!
İşiniz zor ve çetrefillidir.
Suç, suçlu ve örgütleriyle uğraşmak çok zorlu bir iştir!
Bunlardan da önlemsi, bu işin yürütümü bir hayli güçtür! Topluma, negatif manada uyumsuz insanlarla uğraşmak çok zor bir iştir!
Bir yiğit işidir hani....!
Tam bir babayiğit harcıdır yani…! 
Bilirim işlerinizi ve zorluğunu…
Kesişir işlerimiz çoğu zaman çünkü…
Ve neler çektiğinizi bilirim!
Yaptığınız cansiperane fedakarlıklarınızı…!
Camianız baş tacımızdır o nedenle.
İşin özeline gelindiğinde, yani Torbalı’mıza…
Bu arada hemen belirtelim ki, başarılarından dolayı, gelmiş geçmiş cümle amir ve memurlarımıza da teşekkür etmek boynumuza borçtur…!
Öyleyse sunalım bu vesileyle…!
Hem, görüyoruz;
Torbalı Teşkilatınız oldukça başarılı bir ekiptir.
Hem de gayet iyi biliyoruz!
Hepsi güler yüzlüdür…
İnsan canlısı, cesur ve işinin ehlidir…!
Artık “ceberut bir devleti” değil, O’nun ve milletimizin vakarı, kararlılığı ile güleç yüzünün temsilcisidirler! Sağ olsunlar; var olsunlar!
O teşkilat ile daha nice büyük başarılara imza atacağınızdan eminim!
Başarılarınıza ve başaracağınıza yürekten inanıyorum!

Teşekkürler hepimizden ve hepimize Efendim!

ALLAH’A KÜSEN BAĞIRIKLI EMMİM


ALLAH’A KÜSEN BAĞIRIKLI EMMİM

Bir emmi’m vardı;
10 yılı çoktan aştı Hakk’ın rahmetine kavuşalı.
Ama hep, “Sağmış!” gelir bana…
Sanki hep yanımda, yanı başımda…
Çok okuduğu, bir de namazında daim olduğu için
“Sofu” derlerdi O’na…
O, “bilâveletti…!” 
Çocuksuz yani!
Çocukları yoktu, garibim Emmimlerin…!
Daha doğrusu; vardı da…
           
Tez yitirdiler zamanınca!
Rabb’im ellerinden aldı onları…
Müslüme’sine benim de aklım erer hatta…
Ne güzel, ne koruyucu, ne yol, yordam gösterici bir ablaydı bana da!
Hanımı çocuktan kesildi, hemen sonra da…!
Müslüme gittikten sonra yani…
Ama O; “Bir çocuğum olsun da isterse gâvur içinde olsun…!
İsterse selâmı dahi gelmesin!
Sadece varlığını bileyim; yeter ki olsun!” derdi.
Hatta yakınmalarıma bakar bakar;
Kızardı bana da…
“Sus bizim meymet, sus!
Sen bilmezsin!
 Aklın ermez senin” derdi.!
Bu gün çoktan takdir ediyorum; gerçekten de aklımın ermezliğini!
Hâlâ da ermediğini…!
İşte her neyse… Felek okuyor bildiğini...!
Emmi’m sözünü, hiç kimseden çekmezdi…”
Hem de hiçbirisini!
Ayrıca,
Pek bir bağırıklıcaydı da…
Hem de bir hayliceydi hani..!
Pek bir bağırırdı O ama;
“Kötülük olsun!” diye bağırmazdı asla!
İsterdi ki;
“Her iş iyi olsun! Herkes iyi olsun! Herkese iyilikler olsun!”
İstediği pek olmazdı ama…
Bağırırdı yine de…
Eh…! Huy işte…!
Huy!
Canı gitti ama huyu kaldı Emmi’min…!?
Üstelik de, benim üzerimde…!

Ve bu çocuk meselesi yaktı, kavurdu Emmi’mi…!
Hem de mekanı cennet olası hanımını.!

Çok ama çok istediler çocuğu…!!!
Bu tasayla geçirdiler ömürlerinin çoğunu…!
Bu konuyu çok ama çok önemsediler…!

Bilmem ki; “Çok mu önemliydi...?!”
Sanırım; “Kişiden kişiyle değişmeliydi…”

İstediler…
Kuma bile istediler…
Hâttâ aradılar…
Çok çok aradılar…
Lâkin bulamadılar…!
Hanımı rahmete kavuştuktan sonra da aradı…
Çok istedi evlenmeyi!
İstedi ama olmadı.
Olmadı bir türlü…
İçleri eridi…!
Tutuştu, yandı, kavruldu…
Yana yana, yaşı da kemale erdi…!
Eridi  ve erdi garibim emmi’min…!
Ve erdi garibim Emmi’m!
Ne de olsa, Kim de olsa,
Yalnız bulurdu garibim Emmi’m hep kendini!
İnsanlar bakamından yalnız ve yapayalnız…
Ve eridi;  ve erdi…

Beyler ne olur…?
Kimseyi kınamayın ne olur…?!
Ve hiçbir şey için kınamayın ne olur!
           
            ***************

Bir gün yakın akrabalarımızdan birine;
Halise’ye rastlamış,
Cami dönüşünde…!?
Belli, duygu doluymuş…!
Yoğunmuş Emmi’m kendi derdiyle…
Belli bu…! Belli her haliyle!
“Dur emmi kızı dur! demiş O’na;
“Bir diyeceğim var sana.!?”
Sarılmış yakasına..!?
Şaşarmış Halise de…!
“Efendim…!? Söyle Mustafa…” demiş!
Emmi’m de;
“Beri bak, hay emmimin kızı…!
Bilir misin sen ki!?
O Allah’a ben küsüm!” demiş…!!!???
Tutmuş, bir güzel de ağlamış…!

Aslında Halise;
Emmi’min dediklerini pek de anlamamış…
Hâttâ biraz da kınamış…!
“Hiç Allah'a küsülür mü.!?” …!
Evet; Elbet küsülür!
            Küsülür Halise Hala’m küsülür…!
            Hem de asıl O’na küsülür!
            Onula küsüşülür…!
            Her Hasbıhâl onula;
            Tüm naz ve niyaz O’na yapılır…!
            Yapmasını bilene…
Bütün bunlar…
Başa gelen her şeyler…
Birer sınavdır;
Birer sınav sorusudur kazanmasını bilene…!?
Dünyasal sıvanın sorusu!
Boş hikâye; zıvırtı onun gerisi.!

Olayı bana Halise Hanım anlattı!
Söylediği anda, gözlerimden yaşlar boşalttı…!
Gerçi O da çoktan rahmete yürüdü…!

Vay benim Emmi’m…!!!
Vay garip Emmi’m…
Vay benim kimsesiz Emmi’m…
Vay…! “Kimsesizlerin Kimsesi”;
“Cümle yaratılmışın Rabbi” ile  dost olan Emmi’m…!
Benim, “Dost’lu” Emmi’m!
O, “Kimsesizlerin Kimsesi” ile dost olan Emmi’m!
“Gerçek Dost” ile dostlaşan Emmi’m…!
Vay benim “Dost’una” küsen emmim…!
Küsken Emmi’m!
Kimselere küsmeyen, küsemeyen Emmi’m!
“Bir tek Allah’a küsen” Emmi’m!
Küsüp küsüp de, asla isyan etmeyen;
“Dosta” boyun bükmekten dönmeyen Emmi’m!
Vay benim; “inşallah cennet mekân!” Emmi’m!

Hep dua ederim Rabb’ime…;
“Sana küsecek kadar, Sen’i kendine yakın bulan Emmi’mi bağışla!” diye…
“Kendine ancak Sen’i dost edinen Emmi’mi bağışla!” derim.”
Ve Halise’yi de…”
“Dost olarak sen yetersin bize…!
Dostuna selâmımızı söyle…
Kavuştur cennetinde bizi de…
Bizi de bağışla o hâl ile hâllendiğimizde” der;
Ve ağlarım sessizce…!

        Yukarıdaki resmine bir bakın Emmi’min Allah aşkına.
        Bir bakın şu adamın duruşuna…
        Ve duruşundaki mahzuniyete…
        Daha da önemlisi; memnuniyete…
        Ve gülen o yüze; yüzdeki ziynete…
        O bükük boyuna bir de…
        İyi bakın lütfen; iyice…!
        Meğer boynunu O, hep bükermiş de…
        Ben görmezmişim; göremezmişim!

            Onu ve Onları hep ağa sandım ben, baba sandım ben, para babası…
            Nasıl da ”aptal bir adamım” ben…!
            Hâlbuki Fakir fukara takımındanmışlar.
            Amma çıkarlarını çiğnemişler… Çıkarlarına kul ve köle olmamışlar.
            Eğmemişler kimseyi ve eğilmemişler kimseye…
            Sadece Allah’a boyun kösmüşler…
            Böylece zenginleşmiş, özgürleşmiş ve ağalaşmışlar!
            Evet, ağaymış onlar… Lakin paranın ağası değil!
           
            İnşallah ben de bir ağayım…!
            Ağa olamadıysam bile, ağa çocuğuyum. 
            Ağa çocuğuyum inşallah…!
            Eyvallah, eyvallah…!
            Ve de, evvel Allah…!

“Kimsesizlerin Kimsesi”; kiminiz, kimseniz ve kimimiz, kimsemiz olsun efendim!
İnşallah dostumuz, dostunuz O olsun! Ve gerçek birer “ağa” da sizler olun, siz olun Efendim!

NOT: Bu yazı, Emmi’mi anlatmak maksadıyla yazılmış bir yazı değildir. Asıl amacımız; beyin yıkamacı, saldırgan dış ve işbirlikçi iç güçlerce değerleri yıpratılmaya çalışılan, hatta yıpratılan, yıpratılmakta olan ülke insanımıza olumlu bir-iki örnek sunabilmektir.

A:

e

ARICI EBEM VE BAL YİYEN BALCI EMMİM


ARICI EBEM
VE BAL YİYEN BALCI EMMİM

Kara Mehmet (DURAN) Dede’m arıcıydı. Gerçi o zamanın şartlarında, kütük kovanlardaydı arıları… Ama yine de O, iyi arıcıydı!
Anlayacağınız, arılarımız vardı:  kovan kovan.... Ve, dolu dolu her kovan…
O gidince arılara; Hanife Ebem (babaannem) bakardı!
Eh…! Ben pek yaklaşamazdım; çünkü bilemezdim huylarını,
Ve arılar beni çok sokardı….!
Yine de bir gün baktım; Okul Yolu’nda…
Henüz okurken ben; Köyümüzün İlkokulu’nda…
Bir ne göreyim?
Hanife Ebem çıkmış bizim pelidin (meşe ağacı) dalında…!
Dala konmuş bizim arılardan birinin oğulu da…
Kurmuş, ağaçtan merdivenini…
Geçirmiş başına,
Arı gözlükleriyle, eline eldivenini…
Takmış koluna…
İçine oğul dolduracağı, tahtadan yapma kilesini…

(kile: Tahıl ölçmeye yarar bir hacim ölçü aleti)

Ebem, beni görünce sevindi…!
Hemen yardıma çağırdı…!
“Aman iyi tut merdiveni de düşmesin…!” diye bağırdı…!
Koştum hemen yardıma…
Yapıştım merdivenin tam alnına…!
O da uzandı oğula…
İstedi ki kolundaki kilesine doldura…!
Öbür eliyle de tutunmuştu bir budağa…
Silkeledi arıları pelidin dalından da…
A a …! O da ne?
Kırılmasın mı tutunduğu budak bir anda…!?
Yüzükoyun kapaklandı Hanife Ebem, yerlerdeki taşlara…
Kaçıştılar, arılar da…
Kırıldı Ebe’min bileklerinden birisi de…
Zaten yaşlıcaydı…

İyileşmedi bir türlü. Hep çekti o kırığın acısını…
Geri kalan ömrünce…
Bu ara, beni soktu arılar…
Taa topuklarımdan, kulaklarıma kadar…!
Soktular bir güzelce…
Kulak kıkırdaklarımdan bilece…
Ve hâlâ acır, yüreklerim ve kulaklarım…!

Sonra mirasçı eline kaldı arılarımız.
Mirasçılardan pek ilgilenen olmadı.
Biraz olsun, Sofu Emmi’m (Mustafa) bakardı…
Bu arada zaten, üç beş kovan, arı kalmıştı vızıl vızıl...
Pek balları da olmazdı hâsıl…

Köye varışlarımdan biriydi…
Sofu Emmi’m evine çağırdı beni.
“Gel bizim Meymet! Aman bir gel hele…!” dedi
O bana hep, “Bizim Meymet” derdi.
Ve çok severdi.
          
Eh…! Biz de onu…
Lakin vefasız çıktık aslında…!
Köyümüzün “karakütük” denilen, meşhur toplanma yerine sürekli gider, benden hep mektup beklerdi.
Fakat bizdeki “eşşeklik”, hiç mi hiç gitmedi…!
Yazamadık sıkça mektubunu;
Alamadık garibimin o güzel gönlünü…
Güldüremedik o güzel gözlerini;
Şirin, tevazu dolu (alçak gönüllü) yüzlerini…
Düşününce, ne nadimler (pişmanlar) oluyorum; “Gözlerini yollarda koyduğumu…”

Bir de O’nu her zaman; ağa ve zengin sanırdım!
Ve göremedim şu boynunun büküklüğünü!
Aslı var sanırdım yüzünün güldüğünü…
Bilemedim içinin kan ağladığını ve parasal yokluğunu.
Bakın şunun yüzündeki mahzuniyete…
Ve Memnuniyete…
Ve bendeki “hayvaniyete…!”
Yine de görürdüm O’nun, “dağ gibi bir adam” olduğunu…!

Neyse; vardık evine…
Girdik evin içerisine…!?
Emmi’m telaşlıydı; pek bir telaşlı…
Durmadan girip çıkıyordu; içeri dışarı.!?

Derken elinde bir kısım yufka, tabakta avuç içi kadar, bir petek bal ile girdi içeri…!
Hemen koydu önümüze…
Gülüyordu Emmi’min o güzel gözleri!
Ve tap tatlı yüzleri…
Ve de şirin sözleri…

“Hadi…! Durma…!” dedi.
“Yiyelim şunları…!”

Hemencecik bildim…!
Geriye kalan üç beş arımızdan çalmıştı onları…
O kadarcık balı ve oncağızı…
Kim bilir; saklamaktaydı nice zamandır.?!
“Bana ikram etsin!” diye o balları…

Oturduk sofra başına…
Başladık yemeye; o yufkayla, o balı.!?
Bir de ne göreyim…!?
“Emmi’m olmuş tam bir ikram hamalı….!”

Ve O, elindeki kuru yufkayı; sırf tabağa banıyor!
Tabaktaki bala, değdirmiyor bile…
Sırf hepsini ben yiyeyim diye!

Seslenmedim…
Seslenmedim ama içim eridi o duygu deryasında!
Yarısına yakınını yedim, o yufka ile o balın…!?
“Doydum!” dedim Emmi’me; ve doğruldum!
Çok ısrar etti Emmi’m; ama geriye oturmadım!
“Çok doydum…! Kalanını sonra, sen yersin!” dedim…
Oncağızı da kendi yesin istedim…!
Ama yedi mi, yemedi mi; bilmem orasını.!?

Dedim ya; “Emmim gideli çok oldu!
Kara Mehmet Dedem de Hanife Ebem de…”
“Ey Allah’ım…!” Orada bal da ikram et Emmi’me…
Emmime, Dedeme, Hanife Ebeme...
Ve cümle geçmişime…
Benimkine ve sizinkine…
Ve acısını dindir Ebe’min!
Günahlarını affet onların!
Ve hepsinin, hepimizin…
İnşallah size, sizinkilere; bize ve bizimkilere...
Sizin, sizinkilerin; bizim ve bizimkilerin...
Cümlemizle, cümlemizin Efendim…!”

NOT: Aynı şekilde yine bu yazı da Emmimi yada Ebemi anlatmak maksadıyla yazılmış değildir. Asıl gayemiz; beyin yıkamacı, saldırgan dış ve işbirlikçi iç güçlerce değerleri yıpratılmaya çalışılan, hatta yıpratılan ülke insanımıza olumlu bir-iki örnek sunabilmek olmuştur.
                                                                                                  

a

<

“İDARE KANUNU”


“İDARE KANUNU”

            Yıl 1972...
            Günlerden Eylül ortaları…
            Ağrı-Tutak-Damlakaya (Meter) Köyü’ndeyiz!
Henüz 17. yaşımızın içinde, çiçeği burnunda birer öğretmen...
Öğretmenliğimizin ilk yılı ve ilk günleri…
Köy’e Okul henüz yapılmış sayılırdı.
Bizler de o Okul’un ya 2, ya da 3. dönem yeni öğretmeleri… 
Doğrusu ortaya koymaya çalışıyorduk elimizden gelen her hüneri.
İki öğretmeniz ama öğrenci sayımız bir hayli kabarık!
80-90 civarında yani…
İyi de bunların hepsi erkek!
Getirtemiyoruz Okul’a, kaydı yapılmış kız öğrencileri.
Üstelik de kayıt yapamıyoruz adeta…!

Eh…! Bıçkın gibiyiz o yıllarda…
Söker mi hiç, kız velilerinin rica ve minnetleri?
Daha da ileri gidip, direnmeleri…?
İllâ da getirteceğiz kız öğrencileri…
Ve, ne gerekiyorsa yapıyoruz…!
Haklarını yemeyelim: hoşlanmasa da Köylüler, bizim bu mücadelemize karşı oldukça saygılılar!
Fakat her ne hikmetse birçoğu, kızların okula devamından yana bir hayli kaygılılar…
Bu konumuza başlık edindiğimiz “İdare Kanunu” tabirini, Orada ve o ortamda duydum ilk kez.
Ve bizim Meterliler’in tanımlamasına göre…
Özellikle ben; “Henüz pek bir cahildim!”
Tecrübesiz yani… Hayatın tecrübesizi…
Bu tanımlamayı, çoktandır kabul ediyorum zaten.
Gerçekten de öyleydim… Hatta hâlâ da öyle…

Bir gün, mekânı cennet olası;
Abdülhadi Amca çıkıp geldi yanıma!
Aldı beni karşısına…
“Hocem,” dedi;
“Sakın bana alınma…!
“Keskin sirke, kendi küpüne zarar verir.” unutma!
Kanunları ve nizamları harfiyen uygulamak yanlıştır gerçek hayatta!
Hem sen hiç duymadın mı…?
En başta ki kanunun adını…!?
Ona “İdare Kanunu” derler;
İyi belle bu kanunun adını…
Biraz da O’na, yani “İdare Kanunu’na” uy ki;
Kaçırma ağzının tadını…

Bu işler idaresiz olmaz…
Birbirimizi idare etmezsek, hiç olmaz…!
En başta gelen kanun, “İdare Kanunu’dur!”
Bilesin ki evvela o Kanun uygulanır!
Vallahi, istiyorsan biraz da sen uy o kanuna!
Dediklerimi dinle ve uy!
Doğrusu uyarsan iyi olur!....”

Anladım ki köylüler kendisini,
Elçi göndermişler kendini bana! 
            Eh, elbet Abdülhadi Amca hepten haksız da değildi hani...
            Evet! Hayatta “İdare Kanunu’na” uymanın gerekli olduğu haller pek çoktur!
Yine de her yerde ve her şeyde; “İdare Kanunu” uygulanmaz, elbette!
Ancak bu hususun takdirini, sizlere bırakıyorum yine de…
Ve konuyla bağlantılı, bir başka hususla, başka bir olayın anlatımına geçiyorum artık izninizle…

                        ****************

            Bundan önce de hakkında bahsettiğim “Sofu Emmi’m bir gün, kendi tarlasına “odun kesip getirmeye” gider.
            Eh, ihtiyacı kadar…
            Zaten orman içi köydür, Köy’ümüz...
            Ve ağacın değerini, gayet iyi bilir herkes!
Onu kendi canından, kendi malında da iyi korur.
            Hatta devletten bile…

            Olayın sonrası mı?
            Evvela toparlayalım konunun solunu, sağını…:
Emmi’m askerde jandarma idi!
Onca bağırıklılığına rağmen, “İdare Kanunu’nun” uygulamasını gayet iyi bilirdi!
Büyüğü, küçüğü de tanırdı…
Yaşa ve yaşlıya hürmet eder; küçüklerini korurdu.
Herkesin iyiliğini isterdi…
Zarar verici işlerin de yerlerin de kurcalanmasından hoşlanmazdı.

Öyle ya;
“Konuşunca doğru konuşmalı; ancak her doğru konuşulmaz!”
“Yapınca doğru iş yapmalı; lakin her doğru iş illâ da yapılmaz!”
“Yanlış olur; her yerde ve çarka çomak olunmaz!”
“Gerçekten yana olmalı ama her gerçek de ortaya dökülmez!
Özellikle de “ortaya dökülecek olan gerçek” herkese zarar verecekse…

            *****************

Lafı dolaştırmayalım; sadede gelelim:
Sofu Emmi’m kesmiş olduğu, sözüm ona bir “merkep” yükü odunla eve dönmektedir akşamüzeri.
Bir de ne görsün yolda?
Köy’e jandarmalar gelmiş; geleni geçeni yoklamada…
Her biri “kraldan kralcı” da…
Durmuşlar çiftçilerle oduncuların yoluna…
Nacak, tahra, balta falan aramada…!
Emmi’m sakin sakin varınca oraya….
Başlamışlar O’nu da, “eşeğindekileri” de aramaya...!

Dedik ya; Emmi’m sakin ve rahat…!
Eh, yaşı da kemal zaten!
Üstelik de içten, samimi ve dürüst bir adam…
Emmi’m Jandarmalardan “İdare”, “anlayış, yaşa saygı, kendine güven duyulmasını” falan beklemede…

Öyle ya; burası bir dağ başı…
Kurdu var, kuşu var…!
Hırlısı var hırsızı var.
İşte detay ararsan…?!
Serde garibanlık var!

Jandarmalar; balta, tahra, falan derken…
Uzanmışlar Emmi’min heybesine…
Onlar bilmese de Emmi’m biliyor işi…
Kestiriyor gidişi…!
Zarar var orada…
Derhal atılır önlerine…!
“Her şey tamam amma…”
“Heybeye bakmak yok!” der!
Ama dinlemez jandarmalar…!
Daha da heveslenirler, bakmak için heybeye…!

Hepsi de “cahal” çıkmış, anlayacağınız bencileyin! “İdaresiz ve de hürmetsiz…!?”
Derhal bakmışlar heybeye…
Bir de ne görsünler…?
A a…! O da ne…?!
Beylik bir tabanca…!

Bizim köylerde, O yıllarda tabanca,
Erkeklerin vazgeçilmez bir süsü idi.
Bellerinin üstünde yegâne gösterişi idi…
Emmi’mde tabanca bulunması ise,
Çok şaşılacak bir şey idi…
Eh, olan olmuş, gereken yapılmış…
Her ne idi ise cezası da çekilmiş…
Ancak: o gün bu gündür bu olay, köyümüz ve çevresine yeni bir deyim kazandırmış:
“Heybeye bakmak yok amma…!”
Bu deyim;
“Zarar gelecek yerlerin kurcalanmamasını dilemek”…
“Oraları kurcalamamanın gereği…”
“Ve bu durumun elan gerekli bulunuyor olduğu ile  benzeri durumları anlatabilmek” anlamlarında kullanılır durulur…!  Sofu Emmi’de rahmetlerle anılır…
           
Eh…! “Olur olmaz zamanlarda, heybelere sizler de bakmayın!”
“Heybeleri kurcalamaya da…”
‘Kurcalatmaya da meraklı olmayın!”  isterseniz Efendim!