ARICI EBEM
VE BAL YİYEN BALCI EMMİM
VE BAL YİYEN BALCI EMMİM
Kara Mehmet (DURAN) Dede’m arıcıydı. Gerçi o zamanın şartlarında, kütük kovanlardaydı arıları… Ama yine de O, iyi arıcıydı!
Anlayacağınız, arılarımız vardı: kovan kovan.... Ve, dolu dolu her kovan…
O gidince arılara; Hanife Ebem (babaannem) bakardı!
Eh…! Ben pek yaklaşamazdım; çünkü bilemezdim huylarını,
Ve arılar beni çok sokardı….!
Yine de bir gün baktım; Okul Yolu’nda…
Henüz okurken ben; Köyümüzün İlkokulu’nda…
Bir ne göreyim?
Hanife Ebem çıkmış bizim pelidin (meşe ağacı) dalında…!
Dala konmuş bizim arılardan birinin oğulu da…
Kurmuş, ağaçtan merdivenini…
Geçirmiş başına,
Arı gözlükleriyle, eline eldivenini…
Takmış koluna…
İçine oğul dolduracağı, tahtadan yapma kilesini…
(kile: Tahıl ölçmeye yarar bir hacim ölçü aleti)
Ebem, beni görünce sevindi…!
Hemen yardıma çağırdı…!
“Aman iyi tut merdiveni de düşmesin…!” diye bağırdı…!
Koştum hemen yardıma…
Yapıştım merdivenin tam alnına…!
O da uzandı oğula…
İstedi ki kolundaki kilesine doldura…!
Öbür eliyle de tutunmuştu bir budağa…
Silkeledi arıları pelidin dalından da…
A a …! O da ne?
Kırılmasın mı tutunduğu budak bir anda…!?
Yüzükoyun kapaklandı Hanife Ebem, yerlerdeki taşlara…
Kaçıştılar, arılar da…
Kırıldı Ebe’min bileklerinden birisi de…
Zaten yaşlıcaydı…
İyileşmedi bir türlü. Hep çekti o kırığın acısını…
Geri kalan ömrünce…
Bu ara, beni soktu arılar…
Taa topuklarımdan, kulaklarıma kadar…!
Soktular bir güzelce…
Kulak kıkırdaklarımdan bilece…
Ve hâlâ acır, yüreklerim ve kulaklarım…!
Sonra mirasçı eline kaldı arılarımız.
Mirasçılardan pek ilgilenen olmadı.
Biraz olsun, Sofu Emmi’m (Mustafa) bakardı…
Bu arada zaten, üç beş kovan, arı kalmıştı vızıl vızıl...
Pek balları da olmazdı hâsıl…
Köye varışlarımdan biriydi…
Sofu Emmi’m evine çağırdı beni.
“Gel bizim Meymet! Aman bir gel hele…!” dedi
O bana hep, “Bizim Meymet” derdi.
Ve çok severdi.
Eh…! Biz de onu…
Lakin vefasız çıktık aslında…!
Köyümüzün “karakütük” denilen, meşhur toplanma yerine sürekli gider, benden hep mektup beklerdi.
Fakat bizdeki “eşşeklik”, hiç mi hiç gitmedi…!
Yazamadık sıkça mektubunu;
Alamadık garibimin o güzel gönlünü…
Güldüremedik o güzel gözlerini;
Şirin, tevazu dolu (alçak gönüllü) yüzlerini…
Düşününce, ne nadimler (pişmanlar) oluyorum; “Gözlerini yollarda koyduğumu…”
Bir de O’nu her zaman; ağa ve zengin sanırdım!
Ve göremedim şu boynunun büküklüğünü!
Aslı var sanırdım yüzünün güldüğünü…
Bilemedim içinin kan ağladığını ve parasal yokluğunu.
Bakın şunun yüzündeki mahzuniyete…
Ve Memnuniyete…
Ve bendeki “hayvaniyete…!”
Yine de görürdüm O’nun, “dağ gibi bir adam” olduğunu…!
Neyse; vardık evine…
Girdik evin içerisine…!?
Emmi’m telaşlıydı; pek bir telaşlı…
Durmadan girip çıkıyordu; içeri dışarı.!?
Derken elinde bir kısım yufka, tabakta avuç içi kadar, bir petek bal ile girdi içeri…!
Hemen koydu önümüze…
Gülüyordu Emmi’min o güzel gözleri!
Ve tap tatlı yüzleri…
Ve de şirin sözleri…
“Hadi…! Durma…!” dedi.
“Yiyelim şunları…!”
Hemencecik bildim…!
Geriye kalan üç beş arımızdan çalmıştı onları…
O kadarcık balı ve oncağızı…
Kim bilir; saklamaktaydı nice zamandır.?!
“Bana ikram etsin!” diye o balları…
Oturduk sofra başına…
Başladık yemeye; o yufkayla, o balı.!?
Bir de ne göreyim…!?
“Emmi’m olmuş tam bir ikram hamalı….!”
Ve O, elindeki kuru yufkayı; sırf tabağa banıyor!
Tabaktaki bala, değdirmiyor bile…
Sırf hepsini ben yiyeyim diye!
Seslenmedim…
Seslenmedim ama içim eridi o duygu deryasında!
Yarısına yakınını yedim, o yufka ile o balın…!?
“Doydum!” dedim Emmi’me; ve doğruldum!
Çok ısrar etti Emmi’m; ama geriye oturmadım!
“Çok doydum…! Kalanını sonra, sen yersin!” dedim…
Oncağızı da kendi yesin istedim…!
Ama yedi mi, yemedi mi; bilmem orasını.!?
Dedim ya; “Emmim gideli çok oldu!
Kara Mehmet Dedem de Hanife Ebem de…”
“Ey Allah’ım…!” Orada bal da ikram et Emmi’me…
Emmime, Dedeme, Hanife Ebeme...
Ve cümle geçmişime…
Ve cümle geçmişime…
Benimkine ve sizinkine…
Ve acısını dindir Ebe’min!
Günahlarını affet onların!
Günahlarını affet onların!
Ve hepsinin, hepimizin…
İnşallah size, sizinkilere; bize ve bizimkilere...
Sizin, sizinkilerin; bizim ve bizimkilerin...
Cümlemizle, cümlemizin Efendim…!”
NOT: Aynı şekilde yine bu yazı da Emmimi yada Ebemi anlatmak maksadıyla yazılmış değildir. Asıl gayemiz; beyin yıkamacı, saldırgan dış ve işbirlikçi iç güçlerce değerleri yıpratılmaya çalışılan, hatta yıpratılan ülke insanımıza olumlu bir-iki örnek sunabilmek olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder